İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü

0
827

Özetleyen: Musab Bükey

İSEFAM Kademe Eğitimi Öğrencisi

Sezai Karakoç’a ait olan bu eser, Temmuz 1966 -Mart 1967 tarihleri arasında aylık olarak yayımlanan Diriliş Dergisi’nde Mehmet C. GÜNEŞ takma adıyla yazılan yazılardan oluşmaktadır. Dergide çıkan yazılar kitap halinde ilk olarak 1967 yılında yayımlanmıştır (s.4). Diriliş Yayınlarının 19. baskısından özetini çıkardığımız kitap, yedi bölüm ve altmış sayfadan oluşmaktadır.

Birinci bölümde yazar, İslam toplumlarının değer yargıları ile uyumlu olmayan Batı’nın kendi deneyimi ile ortaya çıkardığı iktisat teorileriyle İslam ülkelerindeki iktisat çalışmalarının birebir aynı doğrultuda olmasına karşı çıkmaktadır. Bu durumu İslam tefekkürünün en iyi dönemlerinde yazılmış Müslümanların iktisadi yaşantısı hakkında bilgi veren klasik eserlerin günümüz literatüründe yer almamasıyla ilişkilendirmiştir (s.7). İktisat realitesinin tam tespiti yapılmadan İslam toplumlarının değer yargılarının belirlenmesi ve iktisadi teorilerden birini seçmeye zorlanmasına itiraz etmektedir (s.7). Eserde İslam iktisat tarihinin, İslam iktisadı olaylar tarihi ihmal edilerek sadece İslam düşünce tarihi olarak incelenmesinin korkunç bir hata olduğu vurgulanmıştır (s.8). Günümüz Müslümanlarının İktisadi hayatlarında İslam’ın etkisi her ne kadar azalmış ise de geçmişte Müslümanların İktisadi hayatlarında İslam’ın belirleyici etkisinin olması bize göstermektedir ki İslam İktisadı sadece teoriğe değil aynı zamanda zengin bir pratiğe sahiptir (s.8). İslam İktisadının bağımsız, orijinal ve kendine has kavram ve iktisadi bakış açısına sahip olduğunu göz ardı eden liberal ve sosyalist düşünürleri kendi içinde ikiye ayırılarak birbirine benzemektedir. Bazı kapitalist ve komünist düşünürler İslam’a düşmanlık cihetiyle birbirine benzemektedir. Bu düşünürlerden kapitalistler İslam İktisadını liberal bir sistem, bazı komünist düşünürler ise sosyalist bir rejim olarak nitelemektedir. Yine İslam iktisadını, bazı sosyalistler antikapitalist bir yapı, bazı liberaller ise liberal bir yapı gibi görme gayreti içerisine girmeleri aslında kendi savundukları görüşlerini desteklemek içindir (s.9-10). İslam ülkelerinin mahiyetleri tamamen farklı ülkeler ile yalnızca maddi yapı itibariyle birbirlerine benzemelerinden dolayı sınıflandırılmasının hatalı olduğunu belirten yazar, Batı’nın gururu terk etmesi halinde İslam’ın ekonomik sistemi Batı’nın yaşadığı sorunlara da çözüm olacağını vurgulamıştır (s.10-11-12). Birinci bölümün sonunda İslam iktisadının üç prensibinin bulunduğunu belirten yazar prensipleri şu şekilde sıralamıştır.

1-İslam İktisadı diğer sistemlerden tamamen bağımsız müstakil bir nizamdır.

2-İslam’a ait inanç, hukuk, ahlak gibi veçheler ile sıkı bağı bulunan ekonomi veçhesi bu veçhelerden bağımsız değerlendirilemez.

3- Günümüzde Batı’ya ait ekonomi teorilerinin hâkim olduğu İslam ülkelerine bakarak İslam İktisadını değerlendirmemek gerekse de İslam İktisadi düşüncesinin mevcut yapıda dahi faydalı etkilerinin olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir (s.13-14).

İkinci bölümde yazar tarafından, bazı Marksist ve liberal düşünürlerce İslam’ın sadece bir inanç sistemi bazılarına göre ise sadece ekonomik bir doktrin olarak nitelendirilmesinin son derece eksik bir yaklaşım olduğu açıklanırken, İslam’ın aslında hem ekonomik görüşü hem de bir yaşam tarzı ve medeniyet anlayışı olduğu savunulmaktadır (s.16). Yazarın sosyalizm ile liberalizm hakkındaki yaklaşımı oldukça ilgi çekicidir. Sosyalizm ve liberalizm ekonomik bir sistem değil bir prensipler topluluğudur. Komünizm ve kapitalizm ise ekonomik sistemlerdir. Komünizm ve kapitalizm savundukları prensipler ile tamamen zıt uygulamalarla kendi toplulukları dışındaki toplulukları sömürmüş ve insanlığı topyekûn dünya savaşına sürüklemişlerdir (s.19). İslam’ın ekonomik prensipleri diğer iki sistemin prensipleri gibi uygulanmayan ve oyalayan prensipler değil her asırda uygulanabilen doktrinler bütünüdür. İslam toplumlarında ortaya çıkan ekonomik sorunlar hiçbir zaman içeriden veya sistemsel değil her zaman dıştan gelen etki ile ortaya çıkmıştır. Günümüz İslam ülkelerinde İslam prensipleri terk edilerek, Batı ekonomik sistemlerinin uygulanması ekonomik sorunlar doğurmuştur (s.20-21).

Üçüncü bölümde yazar, üç ekonomik sistemin üretim ve tüketim yaklaşımını irdelemekte, evvela kapitalizm ve komünizmin üretim ve tüketim görüşleri hakkında detaylıca bilgi vererek eleştirmekte ve bölümün sonunda İslam’ın ekonomi yaklaşımının üretim ve tüketim dengesi sağlayacağını iddia etmektedir. Kapitalizm, tüm imkanları ile üretime odaklanmayı amaçlamış olsa da üretimdeki artış, tüketim ile sürekli desteklenmesi gerekir. Bir taraftan üretime odaklanılması diğer taraftan üretim ve tüketimin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasından dolayı tüketim cephesine yoğunlaşılması sistemde adeta kısır döngüye dönüşmüştür (s.22). Kapitalist ülkeler, üretimlerini alım gücü düşen pazar ülkelere satabilmek için pazar ülkelere mali yardım yapmakta ancak yapılan mali yardımlar ile pazar ülkelerin kalkınma hamlesi oluşturarak pazar ülke konumundan çıkabileceği ile ilgili de ciddi çıkmaz yaşamaktadır (s.23). Komünist sistem üretim ve tüketim arasında teoride tüketime yoğunlaşmıştır ancak kapitalist rejimin yaşadığı benzer çıkmazı komünist rejimler de yaşamaktadır. Komünist rejimin asıl ilgi alanı tüketim olması gerekir iken artan tüketimi karşılamak, kapitalist ülkeler ile yarışmak ve rejimin devamlılığının sağlanması kaygıları nedeniyle sistem, üretim cephesine yoğunlaşmıştır (s.24).

Komünizmde üretici olarak çalışan üretim elemanı aynı zamanda tüketici olduğu için daha çok tüketime yoğunlaşarak üretime yabancılaşmıştır. Üretimi idare edenler de üretim elemanlarını adeta üretimde kullanılan bir madde gibi gördüklerinden üretim ile tüketim arasındaki bağ tamamen kopmuştur. Üretim ve tüketim cephesi birbirine adeta düşmanlaşmıştır. Kapitalizmde üretim ve tüketimin kümülatif artışının sürekli olması zorunluluğu ekonomik buhranlara sebep olmaktadır.  Birinde üretim diğerinde tüketim hedefi olan bu iki sistem hedeflediklerinin aksi istikametinde hareket etmek zorunda kalarak mutlu toplumu doğuramamıştır (s.25-26).  Komünizmde mutluluk toplum için geleceğe, kapitalizmde mutluluk birey için geleceğe ve rastlantıya ertelenmiştir. Kapitalizmde üretim ve tüketim birbirinin fonksiyonudur. İslam’da üretim ve tüketim arasında sıkı bağ kurulduğundan denge sağlanmıştır. İslam’da, girişimcilik, mülkiyet hakkı ve sınırlı rekabete izin verilerek özgürlük alanı oluşmakta, faiz yasağı ile emek esas alınmakta, israf yasağı ile tüketimdeki aşırılık engellenmekte, zekât ile sosyal düzenleme yapılmakta ve cihat düşüncesinin zihindeki etkisi, hayır kavramının canlılığı ile üretim tüm insanlığın istifadesi içindir düşüncesi zihinlere yerleşmekte böylece üretim tüketim dengesi sağlanmaktadır (s.27).

Dördüncü bölümde yazar, üç ekonomik sistemin mülkiyet yaklaşımını irdelemekte, evvela kapitalizm ve komünizmin mülkiyet yaklaşımı hakkında detaylıca bilgi vererek iki sistemi eleştirmekte ve bölümün sonunda İslam Ekonomisinin mülkiyet yaklaşımını anlatmaktadır. Kapitalizmin mülkiyet yaklaşımında, sistem ferdi esas alıp toplumu yok sayar, mülkiyete sahip olan tasarrufunda adeta sınırsız bir özgürlükle hareket etmektedir. Eşyaya sahip olmak asıl olduğu için eşyaya sahip olanın eşyayı istediği gibi kullanma hakkı elde ettiği ve eşyayı köleleştirdiği sistemde eşyaya sahip olmayan bir insan da aslında köledir. Komünizmin mülkiyet anlayışında, mülkiyetin sadece topluma ait olması ilkesiyle aslında insana güvenilmez. Eşya tek bir insana bırakılamayacak kadar değerli olduğundan insan eşyanın adeta kölesi olarak görülmektedir (s.29-30-31). İslam’ın mülkiyet anlayışında, mülk mutlak olarak Allah-u Teâlâ’ya ait olduğundan insan, mülkü ancak Allah-u Teâlâ’nın belirlediği sınırlar içerisinde kullanabilir. İslam’ın mülkiyet yaklaşımı, insanı mülkiyet hakkına layık görmeyen ve insana güvenmeyen komünizmden ve insanı ilahlaştıracak ölçüde mülkiyet hakkı vererek insana Allah-u Teâlâ’yı unutturan kapitalizmin farklıdır (s.32-33-34).

Beşinci bölümde yazar, kapitalizmde yer alan mülkiyet hakkı, miras hakkı, teşebbüs hakkı ve çalışma hakkının İslam’da da yer aldığına ancak aralarında temel farklılığın hak kavramının tanımında yer aldığına işaret etmektedir. Hak kavramı Batı’da fayda anlamındadır, İslam’da ise etimolojideki “gerçek” karşılığı nedeniyle fayda dışında ödev ve sorumluluk anlamı da taşımaktadır. Hak kavramının bu şekilde tanımlanması mülkiyet hakkı, miras hakkı, teşebbüs hakkı ve çalışma hakkının bu çerçevede değerlendirmesini zorunlu kılar. Müslüman şahsiyet tüm bu hakları isterken ve kullanırken ulvi gayeleri amaçlamaktadır. Hakları Allah-u Teâlâ’nın rızasına uygun şekilde kullanırken aynı zamanda O’nun rızasına ulaşmaya vesile yapmaktadır. Böyle bir Müslüman’ın ideal Müslüman olarak görülmesine de itiraz eden yazar bu tip insanın aslında sıradan bir Müslüman olduğunu, bugün Müslümanlara bu kadar uzak gelmesini ise şimdiki Müslümanların belirtilen Müslüman’ın hayalinden bile uzakta olmasına bağlamaktadır (s.37-38-39-40-41-42).

Altıncı bölümde yazar tarafından, İslam İktisadının temel prensipleri hakkında bilgi verilirken yer yer kapitalist ve komünist ekonomiler ile karşılaştırma yapılarak İslam iktisadının bu sistemlerden taban tabana zıt bir sistem olduğu örneklerle açıklanmıştır. İslam’da ekonomik haklar konusunun kapitalist ekonomilerdeki gibi olmadığını beşinci bölümde tafsilatlı olarak açıklayan yazar, İslam devletinin gerektiğinde haklara sınırlamalar koyabileceğini, İslam’da kişinin kendisinden ve çevresinden devletin ise toplumdan Allah-u Teala’ya karşı mesul olduğunu ifade etmiştir (s.43-44). İslam’da emek ve sermaye dengesi sağlanmıştır ancak İslam, kazancı asıl olarak emeğe bağlamaktadır. İslam’da emek ve sermaye birbirinin rakibi değil, birbirine sıkı sıkıya bağlı faktörlerdir. Yazara göre, konvansiyonel iktisat anlayışında yer alan emek kavramı aslında “taze emek” anlamına gelmektedir. Sermaye oluşumunun sağlanması aslında yine emeğe bağlı olduğundan sermaye kavramı da “bayat emek” anlamına gelmektedir. Komünizm birikmiş emek olan sermayeye (bayat emek), kapitalizm de “taze emeğe” haksızlık yapmaktadır. İslam ise sermayeye emeğin kontrolü altında olması şartıyla hak tanımaktadır. Zira sermayeye emekten bağımsız hak tanınması durumunda birbirine rakip olan iki faktörden kaybeden emek olacaktır. Dolayısıyla emek sermaye çekişmesi yerine emek ve sermayeyi birbirinden ayırmadan bütün olarak değerlendirmek gerekir (s.44-45). İslam’da faiz yasağı ekonomide sorunların çıkmasını önlemede, zekât ise ortaya çıkan sorunların düzeltilmesini sağlamada etkilidir (s.47). Din ve ahlakın ekonomide belirleyici bir etkiye sahip olduğunu belirten yazara göre, komünizm ve kapitalizmde, insan ekonominin bir fonksiyonudur. Yine bu iki sistemde insan ekonomik faaliyete sıkı sıkıya bağlı olduğundan insanın iradesi ve hürriyeti adeta yok hükmündedir. İslam’da arz ve talep dengesinde ortaya çıkan bozulmalardan krizler çıkmaz. Din ve ahlakın bireyler üzerindeki etkisiyle krizler engellenir zira bu denge piyasa tarafından sağlanamaz. Arz ve talep birbirinin rakibi olmadığından denge zamanla ve insanlar arasındaki dayanışma ile sağlanır (s.49-50).

Yedinci bölümde yazar, Resulullah (sav.) döneminden itibaren İslam İktisat tarihini kronolojik ve bir bütün ve olarak özetledikten sonra İslam toplumlarının kurtuluşu için genel öneriler sıralamaktadır. Birinci bölümde İslam İktisat tarihi araştırmalarının sadece İslam İktisadı düşünce tarihi kapsamında yapılmasını, İslam İktisadı olaylar tarihinin incelenmemesinin ise İslam İktisat tarihi bütününde eksiklik olduğu belirtilmişti. Yedinci bölüm bu boşluğu doldurma gayreti olarak da görülebilir. Resulullah (sav.) döneminde olağan üstü durumlar için örnek olacak Ensar ve Muhacir kardeşliğinin tesis edilmesi, Ashab-ı suffa örneği, zekât ve infak uygulamaların yerleşmesi, cihat yoluyla elde edilen servetin yoksul kesime aktarılması, faiz gibi sarsılmaz olarak görülen şer kalesinin yıkılması gibi köklü değişim ve yenilikler tarihte yer alan kanlı devrimlerin aksine tabii bir biçimde kendiliğinden oluyormuşçasına gerçekleşmiştir (s.-54-55-56). Halifeler ve sonraki dönemler ile ilgili kısa bilgilerin yer aldığı bölümde Osmanlı döneminin Rönesans ile Batı’nın teknik üstünlüğü ele geçirmesine kadar parlak bir ekonomiye sahip olduğu, ancak Rönesans’tan sonra üstünlüğün Batı’ya geçtiği bilgisi yer almaktadır. Ekonomi ve birçok alanda ortaya çıkan başarısızlıktan kurtulmak için çözümün Batı değerlerinde aranması sonucu birçok alanda her geçen gün çöküş yaşayan İslam toplumunun hali ortadır (s.57-58). İslam toplumunun içinde bulunduğu durumdan kurtulması, faizin tamamen ortadan kaldırılması, zekâtın yerleşmesi, ham madde kaynaklarının en verimli şekilde kullanılması, maliye ve vergi reformunun yapılması, bugün Avrupa Birliğine benzer ancak İslam kardeşliğinin esas alınmasının birinci koşul olduğu İslam ortak pazarı, ortak para birimi gibi politikalarla İslam ülkeleri arasındaki iş birliğinin maksimum düzeye çıkarılmasının sağlanması şartıyla gerçekleşecektir. Yazar, bu kurtuluşun “İslam toplumunun her yönüyle kurulması ve çalıştırılması, İslam idealinin gönüllere yerleşmiş olması, İslam gençliği, İslam işçisi ve İslam aydınının oluşması, İslam şuurunun elle tutulurcasına canlı olması” ile gerçekleşebileceğini belirtmiştir (s.59-60).