TOKİ’nin Sosyal Konut Projesi Hakkındaki Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme

0
16716

İSEFAM öğretim üyelerinden Prof. Dr. Soner DUMAN’ın “TOKİ’nin Sosyal Konut Projesi Hakkındaki Tartışmalar Üzerine” ele almış olduğu değerlendirme yazısı:

Son bir haftadır TOKİ’nin 100 bin sosyal konut projesinin fıkhî boyutu üzerine yaşanan tartışmalar ülkemizde fıkhî konular üzerine konuşmanın, daha da özelde fetva vermenin ne kadar zor olduğunu bir kere daha gözler önüne serdi.

Öncelikle şunu söyleyerek başlayalım: TOKİ en baştan itibaren Katılım Bankalarını bu işin içine dâhil edebilir, faize karşı hassas olan camianın bu duyarlılığını dikkate almış olurdu. Siyasî iradenin faize karşı hassasiyetini her vesileyle dile getirdiği bu dönemde bu yapılamayacaksa başka hangi dönemde yapılabilir? Hal böyle iken TOKİ’nin toplumsal tepki ortaya çıkıncaya kadar bu adımı atmamış olması anlaşılabilir bir durum değildir. Netice itibarıyla Katılım Bankalarını işin içine katmış olması tartışmanın ateşini büyük ölçüde düşürdü. Kimilerine göre TOKİ’nin bu son tavrı, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvasını boşa çıkardı.

Ben böyle düşünmüyorum! Üstelik “bunda da vardır bir hayır” diye düşünüyor, bu meselenin “fıkhî meselelerde fetva süreçleri” üzerinde bir kere daha düşünmemiz için bize fırsat sunduğunu düşünüyorum.

Şimdi tekrar meseleye baştan bakalım:

Konuya ilişkin Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvası yanında sivil bir takım kurul veya şahısların da görüşleri kamuoyunda paylaşıldı. Genel olarak iki farklı görüşün oluştuğu görüldü. Din İşleri Yüksek Kurulu başta olmak üzere bir takım şahıs ve fetva heyetleri farklı bir takım gerekçelerle sosyal konut projesine katılmanın caiz olduğu yönünde görüş belirtirken başka bir takım şahıslar ise bunun açıkça faizi onaylamak anlamına geldiğini, Diyanetin “tarihinde ilk defa” faize onay verdiğini ileri sürerek resmî fetvayı eleştirdiler.

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvasına yönelik eleştirileri “içeriden” ve “dışarıdan” olmak üzere iki grupta incelemek mümkündür. Dışarıdan eleştiri yöneltenler fetvayı siyasî olmakla, Diyanet İşleri Başkanlığının hükümetin tasarruflarını meşrulaştırmaya çalışmakla eleştirdiler. İçeriden eleştiri yöneltenler ise bu fetvanın Müslüman kesimin faiz duyarlılığını ortadan kaldıracağını, aynı mantıkla devam edilirse haramlığı açık olan başka bir takım şeylere de cevaz verileceğini belirttiler. İçeriden eleştiri yöneltenlerin azınlık bir kısmı bu eleştirilerini usulî temellere dayandırırken çoğunluğu eleştirilerini fetvayı verenlerin dinî hassasiyetlerini sorgulama üzerine dayandırdılar. İçeriden eleştiri yöneltenlerin söylemlerinin –onlar bunu kastetmemiş olsalar bile- dışarıdan eleştiri yöneltenler için malzeme teşkil ettiği söylenebilir.

Bütün bu tartışmalar sonrasında iş öyle bir noktaya geldi ki son derece hassas olan fıkhî bir konu, bilenin de bilmeyenin de üzerinde söz söylediği, kalem oynattığı bir mesele haline dönüştü. Konu üzerine konuşanların büyük bir kısmının fıkıh ve usul ilminden bir behresinin olmadığı ise ortaya çıktı. Söz gelimi Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvası üzerine değerlendirme yapan bir tefsir hocası “banka faizi ile Kur’an’da yasaklanan ribanın hiçbir alakasının olmadığı”ndan dem vurarak, fukahanın bu ikisini aynı saymakla sapla samanı birbirine karıştırdığını iddia etti. Bu iddialar aslında yeni değil. Son 100 yıldır bankacılık sisteminin gelişmesinden bu yana İslam toplumunda bu yönde görüş belirtenler oldu. Nitekim ilgili tefsir hocasının yazısında adı zikredilenler bunların bir kısmını oluşturuyor. Birçoğunun ortak özelliği –tıpkı bu tefsir hocası gibi- fıkıh ve usul bilmemeleri.

Bir haftayı aşkın süredir yaşanan süreç geneli itibarıyla böyle. İmdi, bu sürece ilişkin değerlendirmelerime geçebilirim.

1. Yaygaracılıktan, başkalarının ekmeğine yağ sürmekten, başkalarının değirmenine su taşımaktan uzak durmak.

İslamî kesim içinden “dini koruma” güdüsüyle hareket eden bazı zevât, fetvanın yayınlandığı ilk andan itibaren sosyal medya gücünü de arkasına alarak “Diyanet faize caiz dedi”, “tarihinde ilk defa krediye onay verdi” diyerek yaygara kopardılar. Bu yaygaralarını bütün mecralarda yaymaktan çekinmediler. Oysa daha önce teşvik kredisi, KYK kredisi gibi konularda da Din İşleri Yüksek Kurulu’nun yıllar önce benzer fetvalar verdiği ortaya çıktı. Demek ki bir konuda görüş belirtmeden önce en azından o konuda malumat sahibi olmak gerektiği ortaya çıktı. Usulde genel bir kural vardır: “el-Hükmü ale’ş-şey fer’un an tasavvurihî”, yani “bir konuda hüküm vermek, o konuyu tasavvur etmenin uzantısıdır.” Daha da Türkçesi, bilgi sahibi olmadığın bir konuda fikir sahibi olamazsın.

İçeriden yapılan bu yaygaralar, dışarıda Diyaneti yıpratmak için fırsat kollayanların ekmeğine yağ sürmekten, değirmenine su taşımaktan başka bir işe hizmet etmedi.

2. Kendimizi “muslih”, başkalarını “müfsid” görme huyundan vazgeçmek

Elbette her Müslüman dini konusunda hassas olmalı, dinine sahip çıkmalıdır. Ancak “dine sahip çıkmak” ile “dinin sahibi gibi davranmak” arasında ince bir çizgi vardır. Kişi, işinin ehli olan âlimlere yönelik hüsn-ü zanda bulunmak, onları da en az kendisi kadar dine bağlı görmek zorundadır.

Bu menfi tutum geçmişte büyük âlimlere karşı da gösterilmişti. Ebu Hanife’nin “darulharpte Müslümanın bedelli bir akitte harbîden aldığı fazlalık faiz olmaz” fetvası, İmam Şâfiî’nin “bey’u’l-îne caizdir” fetvası, Mâveraünnehir bölgesi ulemasının “bey’ bi’l-vefâ ve bey’ bi’l-istiğlal caizdir” fetvaları, bazıları tarafından açıkça “faizciliğe prim vermek” olarak lanse edilmişti. Ama Müslüman kamuoyu, bu âlimleri faize destek vermekten her daim tenzih etmişlerdir.

3. Usul ve fıkıh bilmeden fetvaya destek olmak veya eleştirmek olmaz.

Bu meseledeki tartışmaların neredeyse tamamına yakını usulî temelden yoksundu. Özellikle Diyanetin fetvasına yönelik eleştiri yöneltenlerin “bu açıkça faize destek vermektir” derken hareket ettikleri tek nokta, TOKİ sözleşmesinde yer alan “% 0.49” ile ilgili açıklamaydı. Oysa küllî fıkıh kaideleri arasında “akitlerde manalar ve maksatlara itibar edilir, lafızlara ve kalıplara değil”, “İşler maksatlarına göre değerlendirilir”, “zaruretler memnu olan şeyleri mübah kılar”, “Hâcet umumî olsun hususî olsun zaruret menzilesine tenzil olunur” gibi kaidelerin ne olduğu, bu fetva ile nasıl bir ilgi kurulabileceği meseleleri yeterince tartışılmadı.

Fetvayı “zaruret” üzerinde temellendirenlere yönelik “iyi ama burada bir zaruret yok. Zaruret demek, karşılanmadığı takdirde kişinin ölümüne yol açacak zorunluluk hali demektir” şeklinde itirazlar yönelttiler. Ancak hâcet ile zaruret arasında nasıl bir ilgi kurulması gerektiği konusunda fıkıh müktesebatını hiç dikkate almadılar.

Fıkıh müktesebatında “zaruretler mahzurlu fiilleri mübah kılar” kaidesince zaruret gerekçesiyle geçmişteki ulema zaruret veya ihtiyaç içinde olup kendisi için gereken parayı başka türlü bulamayan bir kimsenin faizli borç almasına cevaz vermişlerdir. Mecelle’nin “alması haram olan şeyin vermesi dahi memnu’dur” kaidesinin istisnası olarak bir kimsenin kendi hakkını rüşvet vermedikçe alamaması yahut da muhtaç olduğu için faizli borç almaya muhtaç olması durumunda “hâcet umumi olsun, hususî olsun zaruret menzilesine tenzil olunur” kaidesi gereğince âlimler buna cevaz vermiştir. (Hamevî, Gamzu uyûni’l-besâir, I, 149; Zerka, Şerhu’l-kavâidi’l-fıkhiyye, s. 216; Ma’lemetü Zâyid, XII, 285)

(Bunu mevcut uygulamayı meşrulaştırmak için söylemiyorum. Sadece geçmişte de ulemanın faiz konusunda almak ile vermek arasında zaruret ve ihtiyaca dayalı olarak bir ayrım yaptığını belirtme sadedinde zikrediyorum.)

4. Fetvanın analizi

Din İşleri Yüksek Kurulu, cevaz fetvasını iki temel gerekçeye dayandırıyordu: “Sosyal konut projesinin amacı”, “zaruret”.

İlk gerekçe şöyle bir mantıkla temellendirilebilir:

“Sosyal konut projesinin amacı katılımcılardan kâr elde etmek değil, onlara düşük fiyattan konut temin etmekti. Bu amaç şöyle tespit ediliyor: Eğer devletin amacı kâr elde etmek olsa, vatandaşa verilen krediden “reel olarak” daha fazlasını onlardan geri alması gerekir. Oysa % 0.49’luk oran yılık yaklaşık % 6’ya tekabül etmektedir. Son yirmi yıllık enflasyon dikkate alındığında enflasyon oranı daima bu oranın yukarısında gerçekleşiyor. Gelecekteki yirmi yıl dikkate alındığında da büyük ihtimalle enflasyon bu oranın üzerinde gerçekleşecek. Böyle olunca enflasyonun altında kalan fazlalık, reel anlamda faiz olmayacak.”

İkinci gerekçe ise şöyle temellendiriliyor:

“Eğer vatandaşın kendi imkânlarıyla veya başka bir yolla konut edinmesi mümkün değilse, tek yol banka kredisi ise bu durumda aslî ihtiyaçlardan biri olan ev edinmek için bu krediyi kullanabilir.”

Projeye katılmaya cevaz veren bazı fıkıh heyetleri ise TOKİ ile yaptıkları görüşmede bankanın rolünün yalnızca tahsildarlık olduğu, bu meselenin “vadeli satım sebebiyle alınan vade farkı” ile izah edilebileceğini, vade farkının ise caiz olduğunu belirttiler.

Kimileri TOKİ ile krediyi veren Ziraat Bankasının her ikisinin de devlete ait kurumlar olduğu, dolayısıyla tek bir kurum olarak görülebileceğini, aynı kurumun bir evi peşin bir fiyata, vadeli başka bir fiyata satıma arz edebileceğini belirterek caiz gördüler.

Bu gerekçeler fıkhî ve usulî olarak savunulabilir veya eleştirilebilir. Bunda hiçbir sıkıntı yok.

Mesela ilk gerekçeye şöyle itiraz edilebilir: ““Bedelli bir sözleşmede maktu (kesin) bir fazlalık şart koşulduğunda, sonradan bu fazlalığın enflasyon oranı altında kaldığı sabit olsa bile bu fazlalık faiz olur. Çünkü sözleşmenin başında enflasyonun ileride nasıl gerçekleşeceği kesin belli olmayıp yalnızca tahmine dayalıdır. Enflasyon, şart koşulan oranın altında da çıkabilir.”

İkinci gerekçeye şu şekilde itiraz edilebilir: “Burada bir zaruret halinden söz edilemez. Zaruret olabilmesi için vatandaşın başını sokabileceği bir konutunun olmaması, dışarıda yaşıyor olması gerekir. Oysa kirada da olsa yaşayabileceği bir meskeni bulunan, kira masraflarını karşılayabilen bir kimse açısından böyle bir zaruret söz konusu değildir.”

Üçüncü gerekçeye şu şekilde itiraz edilebilir: “Sözleşme metninde açıkça Ziraat Bankasının kredi kullandıracağı ifade edilmektedir. Bunu yok sayarak bankayı yalnızca bir tahsildar olarak görmek, sözleşme metnine açıkça aykırıdır.”

Dördüncü gerekçeye şöyle itiraz edilebilir: “Her ne kadar TOKİ ve Ziraat Bankasının her ikisi de devlete ait olsa bile bunlar idareleri, bütçeleri, yönetimleri, tüzük ve yönetmelikleri birbirinden tamamen bağımsız iki ayrı kurumdur. Hal böyle iken bunları aynı kurum gibi görmek doğru değildir.”

Bu itirazların tümüne karşı itirazlar da yöneltilebilir. Bunlar fıkıh ve usul çerçevesinde yapılan itiraz ve cevaplardır, saygındır, değerlidir.

SONUÇ:

TOKİ’nin katılım bankalarını devreye sokması, faize karşı hassasiyeti olan Müslümanları sevindirmiş, bu meselede faiz şaibesinden uzak bir çözüm yolu bulunmuştur. Keşke TOKİ bunu en baştan yapsaydı. Ancak bu vesile ile Din İşleri Yüksek Kurulu’nun ne derece hassas bir konumda bulunduğu anlaşılmış oldu. Bu kurulu hükümetin yaptığı her şeyi tasdik eden bir noter gibi görmek ve göstermek adalet ve insafla bağdaşmaz. Eğer öyle olsaydı kurulun “millî piyango”ya da cevaz vermesi gerekirdi. Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı piyangonun haramlığını hutbeler başta olmak üzere açıkça ifade etti.

Bir konuda herhangi bir şahıs ya da kurumun bir fetvasına muttali olduğumuzda yapmamız gereken şey şudur: “Bu şahıs ya da kurul bu konuda ehliyet sahibi mi?” Eğer ehliyet sahibi ise onların verdiği fetvayı ancak usulî – fıkhî açıdan eleştirebilirsiniz. Ama fetvayı verenlerin şahıslarını rencide edecek söylemler üretmek, onların dine bağlılıklarını sorgulamak kesinlikle doğru değildir. Fetva sizi tatmin etmiyorsa fetvayı almazsınız, karşı görüşle, kendinizce ihtiyata uygun bulduğunuz görüşle amel edersiniz.

Alanında uzman ve ehliyet sahibi olan birisi ya da kurul bir konuda fetva verdiğinde böyle yaygara koparılacak olursa yarın fıkha ilişkin fetva verecek hiç kimseyi bulamazsınız. Vallahu a’lem.

(Soner Duman/23.Cemâziyelevvel.1441/18.Ocak.2020/C.tesi)